Yine televizyonculuk yılları… Mimar Sinan’da doktora öğrencisi olan asistan arkadaşım heyecanla geldi, “Abi seni Metin Erksan çağırıyor!” Metin Hoca’nın beni niye çağırdığını önce anlayamadım. “Abi, dün sizin Boğaz’daki Aşiret’i bir ders boyunca anlattı. Kitabı öve öve bitiremedi. ‘Bu yazarı tanımıyorum. İsmi müstear da olabilir’ dedi. Bunun üzerine ben, isminizin takma ad olmadığını, sizi tanıdığımı söyledim.” Hikaye böyle başladı.
Asistan arkadaşıma ziyaret işini nasıl yapacağımızı, Hoca’ya gitmenin adabı nedir’i öğrenmeye çalışıyorum. “Abi vaktimiz yok, Metin Hoca seni hemen bekliyor.” Emir büyüklerden gelince, beklemek olmaz. Metin Hoca’nın davetinin ertesi günü Mimar Sinan’da soluğu alıyoruz.
Yanıma Boğaz’daki Aşiret’le birlikte o zaman yeni çıkan Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli ve X İlişkiler kitaplarını alıp Metin Hoca’ya gidiyorum. Kütüphanemde Hoca’nın iki kitabı var: More Nostrum ve Atatürk Filmi… Bu kitapları da alıyorum, niyetim Hoca’ya imzalatmak…
Asistan arkadaşımla Metin Hoca’nın odasına gidiyoruz. Hoca, samimi bir şekilde bizi karşılıyor. “Seninle daha önce görüştük” diyerek söze giriyor. Ben hatırlayamıyorum önce, Hoca beni gördüğünü ısrarla belirtince ben de hatırlıyorum. 1986’da TRT Prodüktörlük Kursu’na devam ediyoruz. Özal dönemi… Tunca Toskay genel müdür… Hoca, TRT Danışma Kurulu Üyesi… TRT yönetim katında ayaküstü rastlaşıyoruz. Ben o zaman sıradan bir gencim ama Hoca’nın güçlü hafızası, hatırlıyor beni.
Hoca kafadan konuya giriyor. Boğaz’daki Aşiret’i uçuruyor. “Birlikte bir şeyler yapalım” diyor. Başlıyor anlatmaya… “Senin Boğaz’daki Aşiret’te anlattığın meşhur Pembe Yalı’dayız… Baştımarlar’ın yalısının bahçesindeyiz. TİP’in önde gelenlerinin katıldığı bir parti. Boğaz’dan bir Sovyet gemisinin geçtiğini görüyoruz. İçimizden birinin komutuyla hepimiz ayağa kalkıyoruz. Esas duruşa girip, avazımızın çıktığı kadar bağırıyoruz. ‘Anavatanımıza selam söyle bizden. Selam söyle anavatana!’ Sovyetler Birliği’ne, Rusya’ya tapınan aydınlar içindeydim ben. Sana her şeyi anlatacağım!”
Hoca, sol orijinli bir isimdi. En son Cumhuriyet gazetesinde literatür bilgisi içeren yazılar yayınladı. Solun bittiğine, bir çok noktada ihanet noktasına geldiğine inanıyordu. Boğaz’daki Aşiret’e paralel olarak bu ihanet sürecinde yaşadıklarını tanık olarak anlatmak istiyordu. Ona göre biz yozlaşmaya karşı Anadolu’nun bağrından gelmiş genç entelektüellerdik. Bu yozlaşmayı birlikte göğüsleyebilirdik. Beni de bu yüzden kafasında bir yerlere oturtuyordu.
Metin Hoca beni çok abartıyordu. Aradığı gencin ben olmadığımı Hoca’ya anlatmak istiyordum ama Hoca anlamıyordu bunu. Kitaplarını imzalatıyorum Hoca’ya. More Nostrum’un giriş sayfasına şu satırları yazıyor: “Değerli kardeşim Mahmut Çetin, çok önemli kitaplar yazıyorsun. Seni kutlarım. Gözlerinden öperim. 23.5.2001”
Metin Hoca Batı’yı bilen bir insandı. Batı Haçlı’ydı. Haçlı bizi katledenlerdi. Hoca, gavura karşı duracak birilerini arıyordu.
Hoca’nın Batı karşıtı büyük projeleri vardı. Napolyon Karşısında Cezzar Ahmet Paşa ve Preveze… Preveze’yi yeniden çekmek istiyordu. Bu konularla ilgili senaryo çalışmaları, kostüm belgeleri, sahne çizimleri, iki oda dolusu malzemeyi devredecek birini alıyordu. O bana bu emaneti bırakmak istiyordu. Ben bu emaneti muhafaza edecek ne maddi ne de manevi çapta bir adam olmadığımı biliyordum.
O beni milli bir organizmanın içinde zannediyordu, bu yüzden yaptıklarıma bir şeyler izafe ediyordu. Oysa ben yalnızdım. Cemil Meriç’in buyurduğu “genç dostum ne yap yap, bir şebekeye dahil ol” nasihatini tutamadım. Çünkü mensubu olduğum sağın, bilgi ve hikmetle işi yoktu. Onlar vasat adamı, betonu ve anlamsız itaati çok severlerdi.
Soyu Karamanoğlu Beyliği Hanedanına dayanıyordu
Metin Hoca bana her şeyi anlatıyordu. Ben de soruyordum soracaklarımı. ‘Ulusal Sinema Kavgası’ kitabında Halit Refiğ’in kendisi hakkında yazdığı ‘alevi’ nitelemesini sordum. Hoca büyük bir samimiyetle ailesini anlatıyordu. Çetin Karamanbey’in kardeşi, kameraman Mengü Yeğin’in dayısıydı. Babası askerdi. Annesi ev hanımı… Karamanbey, soyadı sıradan bir soyadı değildi. Soyu Karamanoğlu Beyliği hanedanına dayanıyordu. Osmanlı karşıtlığı ile ailenin bir kısmı kendini ötekileştirerek, ‘bektaşi’ olmuştu. Metin Hoca, Merdivenköy Dergahı’na bayramlarda gidişini, ailecek dergahta kalışlarını hasretle anlatırdı. Bektaşi kimliği ile nasıl Osmanlı bütünü içinde yer aldıklarını coşkuyla anlatıyordu.
Hoca yeri geldikçe esaslı küfürler savuruyordu. Yeri de sık sık geliyordu. Kendini buralı, Türk, biz hissediyordu. Osmanlı’yı bizim geçmişimiz ve İslam’ı kültürel bir bütün olarak benimsiyordu.
“Sen anlatınca şeriat bile hoşuma gidiyor Mahmut!”
Batı’nın, Haçlıların ve batıcıların çıldırmışlığı Metin Hoca’yı bize yaklaştırıyordu. Fakat bizde bu yönelişi karşılayacak ne çap vardı, ne de imkan… Kitaplarımı Biyografi Net’ten önce Edille Yayınları ismiyle yayınlıyordum. Hoca ‘Edille’ ismini sordu. Ben “Hocam bizim milliyetçiliğimiz etnik bir milliyetçilik değil, örfe dayanan, töreye, kültüre dayanan bir milliyetçilik. İslam hukuk metodolojisinde örf de bir kaynaktır. Kur’an, sünnet, icma ve kıyas’tan sonra örf de beşinci kaynak olarak hukukun içindedir. Pirim Seyyit Ahmet Arvasi ‘Türk rönesansının kaynağı edille-i şeriyye olacaktır’ der. Bizim milliyetçiliğimiz buraya dayanır Hocam” dedim. Metin Hoca’nın gözleri doldu, “Sen anlatınca şeriat bile hoşuma gidiyor Mahmut!”
Hatime: ilişkilerimiz kopuyor
Sonunda ilişkilerimiz kopma noktasına geldi. Çünkü Hoca beni abartmaya devam ediyordu. “Benim hayatımı değiştiren iki isim var. Biri Kemal Tahir ikincisi Mahmut Çetin.” Bu söz ilişkimizin kesilmesine yol açtı. “Hocam, Kemal Tahir esaslı bir adam. Şu kadar roman yazmış. Türk Edebiyatı’nın önemli bir ismi. Ben bu isimle yan yana bile gelebilecek bir insan olmadığımı biliyorum.”
Hoca ısrar ediyordu, “Sen ne yaptığının farkında mısın çocuk?” Ben ne yaptığımı hala bilmiyorum. Ama Hoca’nın beni uçurmalarından korktum ve ilişkimi birden bire kestim.
Belki usul olarak doğru değildi. Ama başka bir çözüm de bulamadım.
Yıllar içinde selam göndermelerle kırgın bağlılığımız devam etti…
Vefatını öğrenince, hemen fatihamı onun aziz ruhuna gönderdim. Metin Hoca, Allah’ın dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilen bir insandı. Cezzar Ahmet Paşa’yı, Barbaros’u, Hacı Bektaş-ı Veli’yi, Turgut Reis’i, Kemal Tahir’i, Tanpınar’ı, Mehmet Genç’i seviyordu.
Susuz Yaz, Sevmek Zamanı, ödüller, vesaire… Bunların ötesinde gözden kaçan bir şey var. O el atmasaydı bugün Keloğlan diye bir masal kahramanımız kalmazdı. Rüştü Asyalı’nın oynadığı Keloğlan filmlerinin yönetmeni de Metin Erksan’dır.
Yüce Allah mekanını cennet eylesin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder