28 Ağustos 2013 Çarşamba

Keşke bir derin devletimiz olsaydı

1.Büyük devletlerin ‘derin devlet’i

Rusya’nın istihbarat örgütü, Çin’in Komünist Partisi, Almanya’nın Anayasayı Koruma Teşkilatı, Hindistan’ın ordusu, devletin beynidir. Eğer bu ülkelerde bir ‘derin devlet’ arayacaksak, bu yapılara bakmamız gerekecektir.

Yetimhaneden Putin’i keşfeden de, Kenyalı Müslüman Barak (Burak) Hüseyin Obama’dan Hırıstiyan zenci bir ABD başkanı çıkaran da ‘derin devlet idraki’nin başarısıdır.

Kemal Tahir müthiş tanımlamasıyla ‘Kerim Devlet’ Osmanlı da bir ‘derin devlet idraki’ne sahipti. Rusya ve ABD derin devletlerinin bugünkü başarısını Osmanlı da vakti zamanında başarmıştı. Devşirme bir Sırp’tan Sokollu Mehmet Paşa gibi yönetim dehası bir Türk devlet adamını yetiştirmek, bu ‘derin devlet idraki’nin eseriydi.

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Artık rezidans da avm de caizdir!

1.Dersaadet başarısını ortaya çıkaran düşünce ‘kerim devlet

 İstanbul, dünya’nın en güzel şehridir…
İstanbul’u, İstanbul yapan sihirli formül tabiyat ve tarih dengesidir… Bizi büyüleyen atmosfer, bu iki özelliğin büyüleyici dengesidir.
Türk İstanbul’un adı: Dersaadet’tir.

Dersaadetİstanbul’un adlarından biri… Ama Dersaadet kelimesini, ortaya çıkaran düşünce, ‘kerim devlet’ olgusunun başarısıdır.
Dersaadet’i geçerli kılan ‘devlet’ kavramının zemin bulduğu yer ise, hiç şüphesiz İstanbul ve hususen Tarihi Yarımada’dır.
Roma, Bizans ve Osmanlı asırları boyunca, İstanbul’un idari merkezi Tarihi Yarımada olmuştur. Osmanlı idraki, şehre ait birçok unsuru, bütüncül bir bakışla yoğurmuş ve milli kültür içinde bir yerlere oturtmayı başarmıştır.  
2.Hafızalardaki İstanbul: İstanbul’un silueti
Hafızalardaki İstanbul, Tarihi Yarımada’dır… İstanbul’un silueti burada şekillenir. Bütün aklıselim düşünürler Yahya Kemal, Tanpınar, Peyami Safa, Çelik Gülersoy, Turgut Cansever ve İsmet Özelİstanbul’un silueti ile milli kimlik arasında doğrudan bir bağlantı kurarlar.
İstanbul’da Osmanlı’nın en etkileyici izi, hiç kuşkusuz, selatin camilerdir. Tarihi Yarımada’nın Osmanlı Sultanları tarafından yaptırılan büyük camileri, hafızalarımıza unutulmaz bir fotoğraf olarak İstanbul’un silueti’ni nakşetmiştir.
İstanbul’un silueti’nin mütemmim cüzleri selatin camilerin yanındaki padişah türbeleri ve seçkin mezarlarının bulunduğu hazirelerdir.  Bugün bu mezarlıklar, park ve meydanın ihmal edildiği modern İstanbul’a nefes veren mekanlardandır.
3.Dünyanın en güzel İstanbul’u Dersaadet’tir
Çelik Gülersoy ısrarla İstanbul’un silueti’nin önemini vurgular: “Bu durumda, tarihi yarımada içinde yapı yüksekliklerinin artışına gidilmesi kaçınılmazdır… Ama tarih karşısında sorumluluğu çok yüksek olan bir görev de, bu üçgen yarımadanın geri kalabilen kimliğinin, ne pahasına olursa olsun korunmasıdır. Bunun yolu siluetin korunmasından geçer. Önce kalın çizgiler çekilir. Bozdoğan Kemeri yörelerinden Sarayburnu’na kadar olan bölge kesin koruma altına alınır. İstanbul’u hala İstanbul yapan resim de budurTopkapı Sarayı’nın minyatür kuleleri ve kubbeleri ile uçtan başlayan bir çizgi, inip çıkarak, Ayasofya’nın, Sultanahmet Camii’nin minareleri ile semada bir desen oluşturur.”
İstanbul’un silueti, İstanbul’a yolu düşen yabancılar için de vazgeçilmez bir fotoğraftır. Mayer Mağazası sahiplerinden Georg Mayer, yaşadığı dönemle ilgili bilgiler içeren kitabında İstanbul’u özlemle yad etmektedir: “İstanbul’u seviyorum, sadece Ayasofya’dan ve Bizans surlarından, Sinan’ın camileri ve müzelerin ihtişamından dolayı değil. İstanbul’uBoğaz’daki eşsiz mevkiinden ve güneş batarken minarelerinin gölgesinden dolayı seviyorum… İstanbul, Türkiye’dir; Türkler için İstanbul, bir çok başkentten daha büyük ölçüde, ülkelerinin kalbidir.”
4.O insancıl atmosfer teknik gereklerle donatabilseydi
Ahmet Cemaleddin Saraçoğlu “Evet eski İstanbul çok daha bizdendi, daha çok Şark ruhuna yakındı. Kendisine mahsus içli güzelliği bambaşkaydı” der.
Fakat Osmanlı aydını şu ya da bu gerekçeyle zamanın ruhunu yakalayamadı. Yakalayamadığı için de değişimin öncüsü olamadı. Çelik Gülersoy bunu şöyle dillendirir: “Eski İstanbul’un temel felsefesi, o insancıl ve yumuşak atmosferi, o zaman teknik gereklerle de donatabilseydi, bugün hem kişilikli, hem de sorunları daha az bir şehrimiz olabilecekti. Olmadı, çünkü olamazdı.”
Olamazdı çünkü değişimi sürüklemesi gereken aydınlar, değişimi başarılı bir şekilde yorumlayabilmiş değillerdi.
Türk mimari geleneği kendini yenileyemediği için 18. yüzyıldan itibaren, azınlık ve yabancı mimarlar, mimari eserlerimizi yapar hale gelmiştir.
Sivil mimaride ise artık apartman tek bir konut modeli olarak, topluma dayatılmıştır. Apartman yüzyılın başlarında boy göstermiş bir yapı cinsidir. Önce Şişli’de ve Nişantaşı’nda ortaya çıkar. 1930’lar ve 40’larda ise Cağaloğlu’nda yaygınlaşır.
Önceki dönemde Müslüman evi tahtadan, Rum ve Ermeni evi ise taş ve tuğladan yapılmıştır.
5.Felaketin habercisi ahşap evde ısrar
Aynı iklim kuşağında İtalya’da taş, tuğla evler yapılırken ve bunlarla tıklım tıklım sanat eserleri muhafaza edilirken, bizde, hele İstanbul’da durmadan ve ısrarla ahşap evler yapılıyor, bunlar da içinde kıymetli sanat eserleriyle yanıp mahvoluyordu. Malik Aksel, “Bugün Topkapı Sarayı olmasaydı, belki de dünya karşısında sanatsız bir millet olarak kalacaktık” diyerek kaygılarını belirtir.
Ahşap evde ısrar, aslında çözüm üretememenin sonucudur. Asrileşme mekanı şehirde apartman, ahşap evin çözümsüzlüğü kesinleştikten sonra batıcı zorunluluk olarak dayatıldı.
6.Hatime: müstakil ev, yani malikane kavramı olmadan aile kavramı oturmuyor
Artık Türkiye’de şehirde müstakil evi düşünmek bile yasaktır. Müstakil ev, yani malikane kavramı olmadan aile kavramı yerli yerine oturmuyor. Türk toplumunun bir evde oturma süresi ortalama 1,5 yıl… Bu durumu ancak Oktay Arayıcı’nın müthiş oyun ismiyle anlayabiliriz: ‘Seferi Ramazan Bey’in Nafile Dünyası.’ Türk toplumu seferi bir halde sürekli devinmekte, çoğunlukla da boşuna yorulmaktadır. Türk insanının yorgunluk hali, romanımızda da yer alır. Tanpınar’ın ‘Huzur’ ve Mustafa Miyasoğlu’nun ‘Kaybolmuş Günler’ romanlarında bu durum işlenir.
İnsanımızın bu boşuna devinmesinin sonucunda, yorgun, agresif ve sinirli bir yetişkin kitlesiyle karşı karşıyayız.

13 Ağustos 2013 Salı

Siyasal İslamcılık ve Siyasal Milliyetçilik niçin başaramıyor?

1.Giriş: Önce ‘Üç Tarz-ı Siyaset’i hatırlayalım…
Üç Tarz-ı Siyaset’; Yusuf Akçura’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecinde ortaya koyduğu bir çözümleme. 1904’te yayınlanan makale, imparatorluğun önündeki seçeneklerin Osmanlıcılık, Panislamizm ve Türk Milliyetçiliği olduğunu söyler. Osmanlıcılık öldü. Bugün bize hiçbir sorunu çözme şansı vermeyen Siyasal İslamcılık ve Siyasal Milliyetçilik ise hayatımızı karartmaya devam ediyor. 100 yıl öncesinde olduğu gibi. Siyasal İslamcılık ve Siyasal Milliyetçilik’in niçin başaramadığını anlatmaya çalışacağız. Önce Siyasal İslamcılık’ın niçin başaramadığını anlatalım.
2.Siyasal İslamcılık niçin başaramıyor? 
Öncelikle Siyasal İslamcılık’la İslam’ı karıştırmayalım… İslam; kıyamete kadar kalıcı vahiy kaynaklı din ve hayat nizamı. İslamcılık 100 yıl önce doğan bir proje… Siyasal İslamcılık ise iktidar odaklı pragmatik bir arayış…
Eğer İslam’la İslamcılık’ı karıştırma sorununuz varsa bu yazıyı okumayın. Başka yazarlara gidin, onları okuyun
Türkiye’deki İslamcılık siyasi yelpazede Muhafazakarlık’ın karşılığı değil, Liberalizm’in karşılığı. İslamcılık; resmi söylemde ‘Muhafazakar Demokrat’ tanımını kullansa bile, gerçekte Muhafazakarlık kavramını benimsemiyor, hatta onu ‘Sağcılık’ olarak nitelendirip dalga geçiyor.

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Fatih-Harbiye çatışması Taksim'de devam ediyor

1.Taksim’i ele geçirmek!
Bugün İstanbul’un merkezi Sultanahmet Meydanı değil, Taksim Meydanı… Artık egemenliğin göstergesi, Taksim’i ele geçirmekten geçiyor.
Sol hak etmediği üstünlüğü, Tekelci Sermaye’nin emrindeki kültür endüstrisinin imkanlarıyla sürdürüyor. Sağ, ‘kuru kalkınmacılık’ın yol açtığı kültürel ve çevre kırımını görmemekte direniyor.  
Taksim Gezi Parkı yerine Sağ’ın önerdiği Topçu Kışlası’ndan Opera Binası’na, Ahmet Vefik Alp’in tasarladığı camiye ve cami altına düşünülen Yahudilik, Hırıstiyanlık ve İslamiyet müzeleri’ne kadar bütün unsurlar gelenekten kopuk, tartışılması gereken ve günübirlik projelerden oluşuyor. Mimar Mühendisler Grubu’nun bu konulardaki uyarıları önemli.
Sağ, milli kültür odaklı bir kültür tasarımı ortaya koyamıyor. Sancımızın temeli bu.
2.Fatih-Harbiye romanı bir çatışmayı mekan merkezli olarak önümüze serer
Türk Romanı, başlangıçtan bugüne bir çatışma romanıdır. Edebiyatımızda bu çatışmanın izleri hala devam ediyor. Sonraki dönemde Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanı bu çatışmayı mekan merkezli olarak önümüze serer. Eski şehrin piyasa yapılan, eğlenilen merkezi yani bugünün Taksim’i, Fatih’ten Sultanahmet Meydanı’na kadar uzanan hayat alanı idi.
Üniversite, basın kuruluşları, yayınevleri bu hattın etrafında konuşlanmıştı. Kahvehaneler, bu hattın sohbet mekanlarıydı. Yahya Kemal’den Mehmet Akif’e, Ziya Gökalp’e, Neyzen Tevfik’e bu mekanlar entelektüellerin fikir ürettiği yerlerdi. (Cem Sökmen’in araştırması ‘Aydınların İletişim Ortamı Olarak Eski İstanbul Kahvehaneleri’ bu konuda önemli bir kaynaktır.)