1.Taksim’i ele geçirmek!
Bugün İstanbul’un merkezi Sultanahmet Meydanı değil, Taksim Meydanı… Artık egemenliğin göstergesi, Taksim’i ele geçirmekten geçiyor.
Sol hak etmediği üstünlüğü, Tekelci Sermaye’nin emrindeki kültür endüstrisinin imkanlarıyla sürdürüyor. Sağ, ‘kuru kalkınmacılık’ın yol açtığı kültürel ve çevre kırımını görmemekte direniyor.
Taksim Gezi Parkı yerine Sağ’ın önerdiği Topçu Kışlası’ndan Opera Binası’na, Ahmet Vefik Alp’in tasarladığı camiye ve cami altına düşünülen Yahudilik, Hırıstiyanlık ve İslamiyet müzeleri’ne kadar bütün unsurlar gelenekten kopuk, tartışılması gereken ve günübirlik projelerden oluşuyor. Mimar Mühendisler Grubu’nun bu konulardaki uyarıları önemli.
Sağ, milli kültür odaklı bir kültür tasarımı ortaya koyamıyor. Sancımızın temeli bu.
2.Fatih-Harbiye romanı bir çatışmayı mekan merkezli olarak önümüze serer
Türk Romanı, başlangıçtan bugüne bir çatışma romanıdır. Edebiyatımızda bu çatışmanın izleri hala devam ediyor. Sonraki dönemde Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanı bu çatışmayı mekan merkezli olarak önümüze serer. Eski şehrin piyasa yapılan, eğlenilen merkezi yani bugünün Taksim’i, Fatih’ten Sultanahmet Meydanı’na kadar uzanan hayat alanı idi.
Üniversite, basın kuruluşları, yayınevleri bu hattın etrafında konuşlanmıştı. Kahvehaneler, bu hattın sohbet mekanlarıydı. Yahya Kemal’den Mehmet Akif’e, Ziya Gökalp’e, Neyzen Tevfik’e bu mekanlar entelektüellerin fikir ürettiği yerlerdi. (Cem Sökmen’in araştırması ‘Aydınların İletişim Ortamı Olarak Eski İstanbul Kahvehaneleri’ bu konuda önemli bir kaynaktır.)
Geleneksel tiyatronun ustaları Abdürrezzak, Leblebici Horhor Ağa, Kavuklu Hamdi, Kel Hasan Direklerarası’ndaydı.
Kel Hasan’ın yönettiği Eğlencehane-i Osmani İdare-i Hasan, Ferah Tiyatrosu ve Millet Tiyatrosu, Felek Sineması, Direklerarası’nın esaslı kurumlarıydı.
Malik Aksel anlatır: Direklerarası’nda önce Ferah Tiyatrosu yandı. Ardından burada esaslı yıkımlara girişildi. Buradaki üç tiyatro binası tiyatro yaptırılacağı iddiasıyla istimlak edildi. Sonra tiyatro yapmaktan vazgeçildi. 1910 yılında Türk Sanatı’nı ayakta tutan Direklerarası’nın tarihi direkleri, elektrikli tramvay gerekçesiyle yok edildi. Direklerarası, tiyatronun merkezi olma özelliğini kaybettikten sonra sadece Karagöz’ün perdesi değil, bütün tuluat oyuncularının düzeni bozuldu.
Direklerarası’nın sohbet ve eğlence yoğunluğu, Laleli’ye doğru uzanan Yeşiltulumba’ya da uzanıyordu. Burada Hacı İzzet Efendi tarafından işletilen Dilküşa Kıraathanesi’nde tiyatro oynatılırdı.
Geleneksel tiyatronun bu şekilde bozguna uğratılması, Batı aktarmacılığını dayanan bir tiyatronun gelişmesine yol açtı. Bütün bunların yaşanmasının savaştaki çözülmüşlükle birlikte olması tesadüf değildir.
Direklerarası, bütün güzel sanatların merkeziydi
Direklerarası, çözülmeden önce sadece tiyatronun ve müziğin merkezi değil, bütün güzel sanatların yayılma imkanı bulduğu bir mekandır. Edebiyat sohbetleri burada kurulurken, resim sanatı da bu mekanda yerini almıştır. Zeynep Hanım Konağı’nda Kız Sanayi-i Nefise Mektebi yani Güzel Sanatlar Akademisi açılırken, Şehzadebaşı’nda Çukur Muhallebici karşısındaki Zühal Kırtasiye Mağazası da bir resim merkezi gibi çalışırdı. Burada bir yanda resim malzemeleri satılır, diğer yanda bir sanat galerisi gibi ünlü ressamların resimleri satışa sunulurdu.
4.Sağ’da gelenek düşmanlığı
Fatih-Harbiye çatışması bugün Taksim’de devam ediyor. Batıcı sanat telakkisinin düşünce dünyamızı kuşatamadığı ortada. Sağ ise durumun vahametinin farkında değil. Çözülmüşlük sadece geleneksel tiyatronun, hattın ve geleneksel sanatların tasfiyesiyle kalmadı.
Sağ, sürekli iç tasfiyeler yaşıyor. Direklerarası katledilirken, bazı dindarlar geleneksel tiyatronun katlinin fetvasını veriyordu. Bugün bile din adına Ramazan Eğlenceleri’ne savaş açan bir anlayışla karşı karşıyayız. Bu anlayışın ortaya koyabildiği tek ritüel, Tunuslu ya da Güney Afrikalı hafızların Suudi üslubuyla Kur’an tilavetidir.
Soyut resimle, serbest şiirle dalga geçen, heykel’e kelime olarak bile karşı çıkan, müziğin her türlüsünü işret olarak algılayan yeni bir anlayışla karşı karşıyayız. Ahlakı kuşatmayan hukuk nasıl zulme dönüşüyorsa, hikmeti ve geleneği gözetmeyen Sünni Fıkıhçılık da farkında olmadan Vehhabilik değirmenine su taşıyor.
Geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz Mustafa Miyasoğlu, durumun farkındaydı, sanatımızın geleneği üstüne oturtulmasının gereğini vurgulardı. ‘Edebiyat Geleneği’ adlı eserinde bu devamlılığı anlatırdı. Miyasoğlu’nun müstakil araştırmaları Haldun Taner’den Ziya Osman Saba’ya, Necip Fazıl’dan Asaf Halet Çelebi’ye bu devamlılığın peşindeydi.
5.Hatime: Ayasofya egemenlik sembolü olduğu için cami yapıldı
Fatih’in İstanbul’un fethinden sonra doğrudan Ayasofya’ya gitmesi tesadüf değil. Şehri fetheden güç, gücünün göstergesini şehrin merkezine diker.
Ayasofya egemenlik sembolü olduğu için cami yapılır!
Taksim’i ele geçirmek isteyen Sağ, milli kültür odaklı bir kültür tasarımı ortaya koyamıyor. Eski Bürokrasi’nin tasfiyesi sırasında yol arkadaşlığı yaptığı bir kısım sol ve liberal aydın, iş, Sol kültür unsurlarının tasfiyesine gelince iktidara cepheden karşı çıkıyor.
Taksim Gezi Parkı merkezli çatışma, geçmişteki Fatih-Harbiye çatışmasının bir devamı. Ancak Sağ ve Sol, çatışmanın felsefesini, sorunlarını ve imkanlarını tartışmaya yanaşmıyor.
Yazık ki, kimse Peyami Safa’nın, Nurettin Topçu’nun, Yahya Kemal ve Tanpınar’ın önerdiği ‘değişerek devam etme’nin, bileşimin, terkibin peşinde değil…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder