Köşe yazarlığı enteresan bir şey, bazen insan bir konuya takılıyor.
İlla ki o konuyu yazmalıyım diye. Ama yazmakta zorlandığınız konuyla
boğuşurken, volelik paslar geliyor insanın ayağına. Geçtiğimiz hafta Şehir Tiyatrosu oyuncuları Kadir Topbaş’a kazan kaldırınca, “işte vole bu” dedim. Buradan gol çıkar…
Önce çuvaldızı kendimize yani sağa batıralım. Aşağıdaki satırlarda sol tiyatro klanına da gereken ilgiyi göstereceğiz inşaallah!
İlk
badanada evdeki bütün kitapları kapıcıya veren, kültür merkezlerini
düğün salonuna çeviren, kültür yerine alışveriş merkezlerinin peşinde
koşan bir toplulukla iç içeyiz. Fictiv olan, aşkın olan ne varsa kaçan,
adeta betona perestij eden, sürekli kendi kalesine gol atan, tüketen ve
tükenen bir sağ var karşımızda.
Her hayat alanında sıfırdan yeni
bir retorik kurmaya çalışılmaz. Yeni bir retorik, yeni bir hukuk
demektir. Sıfırdan dünya görüşü, yönetim anlayışı oluşturulmaz. Yönetim
anlayışı teamüllerle yürür. Görünen hukuk kalırsan ‘beyaz çorap, yeşil don’ muhabbetine takılan askerlere dönersiniz.
Ne muhafazakar ne liberal, rüzgara göre yelken vaziyetleri.
Bu yüzden 16 yıldır ertelenen sorunlar bugün öne çıkıyor. Belediyede iktidara gelindiğinde ‘Şehir Tiyatroları Sorunu’nu çözecek yöntem oluşturulamadı. Bu sorun bu gün çözülmezse, yarın yine karşımıza çıkacak.
Sahne şu: Kamera Şehir Tiyatrosu’nda… Bir sürü ismini bilmediğim oyuncu oturmuş devlete akıl veriyorlar. Hatta aba altı laiklik ve çağdaşlık salvoları… Bunları tanımaya çalışıyorum. Bir tanesi standart gavur rollerinin vasat oyuncusu adını bilmiyorum. Yabancı Damat dizisinde Antepli kızın kocası Niko’nun babası rolündeydi. Onun daha önce de bir gavur rolünden hatırlıyorum. Sonra isminin Şamlıoğlu olduğunu öğrendiğim bir teyze konuşuyor. 9 çocuklu aile dizisi Bizim Yenge’de
en son görmüştük kendilerini. Meğer teyze tiyatroda müdürmüş. Bir başka
kadın oyuncu konuşturulmuş haberin devamında, bu ablayı görünce fiks ‘Optolidon içen kadın tiplemesi’ oluşuyor kafamda. Bu kareleri İslam Gemici’yle, Hüseyin Aydemir’le, Abdurrahman Çapar’la televizyonda konuşmalı aslında.
Sonra küsmüş ilkokul çocukları gibi kollarını birbirine bağlamış posutan bunalımlı şiirlerin şairi ve tiyatro genel yönetmeni Orhan Akkaya’yı görüyorum. Akkaya son bir yıl içinde iki dizide birden oynadı. ‘Öyle bir geçer zaman ki’ dizisinde Ali’den ayrılan Cemile’ye asılan meczup ‘Balıkçı’ rolündeydi. O dizide öldü. Bu sefer Cengiz Aytmatov’un muhteşem romanından mahvedilerek uyarlanan Selvi Boylum Al Yazmalım’da karşımıza çıktı… Anladığım kadarıyla Orhan’da istikrar yok. Sürekli dizi değiştiriyor. Balıkçı’ysan balık tut kardeşim! Alkaya’nın posutan resmini görünce, Ali’nin onu niçin dövdüğünü daha iyi anlayabiliyorum.
Şehir Tiyatroları’ndaki kazan kaldırma olayına Gençlerbirliği Başkanı İlhan Cavcav’ın yeğeni Erdal Beşikçioğlu da katıldı. Behzat Ç tiplemesiyle öne çıkan, Beşikçioğlu,
terbiye sınırlarını aşan bir sataşmayla çıkış yaptı: “O zaman bende
imam olayım!” Eğer Türkiye’de asayişsizlik yani terör önlenecekse,
öncelikle bu klanların yok edilmesi, bu tür alkolik çıkışların hizaya
getirilmesi gerekmektedir. Beşikçioğlu nerde çalışıyor diye www.biyografi.net'e bakıyorum. Meğer hazret Ankara Devlet Tiyatrosu
Müdürü imiş. Bir dizinin çekimi haftada en az 3-4 gün sürdüğüne göre bu
sanatçılar devlete ve millete nasıl hizmet vermektedir? Bunun
aydınlatılması gerekmektedir.
Eğer para vereceksek, alkolden mağdur olan, evine haciz gelen Nurseli İdiz’e açıktan para verelim. İdiz’e CHP üyesi olduğu için değil, ama amcası Demokrat Parti milletvekili, büyük şair Faruk Nafiz Çamlıbel’den dolayı, onun anıt şiiri ‘Han Duvarları’nın hatırına bu parayı verelim.
Batıda ve doğuda bu iş nasıl oluyor?
Batıda
ve doğuda bu iş nasıl oluyor? Bakın hem doğuda hem batıda bu iş bir
‘iş’tir. İş olduğu için de bir bütçesi vardır. Bu bütçe bizdeki
avantadan, dış borçla temin edilmez. Kurum bu bütçeyi etkinlikleriyle
finanse eder. Devlet; salon, araç, kostüm vs. gibi konularda yardım
eder. Koskoca Sovyetler Birliği bu rasyonel muhasebeyi yapamadığı için
yıkıldı. Yıkıldı ve şimdi Kızılordu Korosu İstanbul’a gelip Tarkan’ın ‘Oynama jıkıdım jıkıdım’
şakısını söylemeye çalışıyor. Çünkü tiyatro veya koro duvara söylemez,
salona söyler. Salon gişe, gişe para demektir. Para şişeden çıkmaz, ya
gişeden ya sponsordan çıkar!
Üretimden kaynaklanmayan gelir, arpalıktır, hırsızlıktır. Bunu Türkiye’de ifade edebilen tek adam Besim Tibuk idi. Onu fıkra kahramanı durumuna düşürdük. Emeğin ve bilginin rasyonalitesine bizi çağıran Tibuk’u
migrenlere düşüren gerçekte sol değil de algısızlığımızla bizler miyiz?
Onu sadece bürokrasi eleştirilerinde kullanan sağ, yazık ki, bugün
kullanılacak duruma geliyor.
Şehir Tiyatroları Surunu’nun çözümü size anlatmak için askersel
örnekler vereceğim. Dünyada birbirinden 180 derece farklı iki ordu
yapılanması vardır. Birincisi ABD ordusudur. Bütün gelirini genel
bütçeden alır. Ne bankası, ne fabrikası, ne arsası, ne lojmanı vardır.
Bir de Çin ordusu vardır. Kendi kaynakları vardır. Ülke içinde ayrı bir
devlet gibidir. Kendi fabrikası, kendi çiftlikleri, tarlaları, bankası
vardır. Ve genel bütçeden bir kuruş alamaz. Türk ordusu Çin ordusu gibi
kaynaklara sahiptir, ABD ordusu gibi genel bütçeden kaynak alır. (Dahası
insanını işlevsizleştirdiği uzun askerlik dönemi boyunca lütfedip, onun
sigortasını bile ödemez.) Şehir Tiyatroları da Devlet Tiyatroları da aynı kepaze yapı ile idare edilmektedir.
Biz
Maturidiler, ‘her şeyin hiçbir şey olduğuna’ inanırız. Birebir her
konuyu kendi içinde ve bütünle çelişmeden algılamaya çalışırız.
Anlıyorum ‘Türkün ateşle imtihanı’ dediğimiz şey, aslında ‘sağın kültürle imtihanı’dır…
Sağ ve kültürle imtihan!
Allahım bu ne zor imtihandır.
Yüzde 70 çoğunluk olmak ve sahnede yok olmak.
İşte bütün mesele bu!
Haydi hep beraber Rus aksanıyla söylüyoruz: ‘Oynama jıkıdım jıkıdım.’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder